ANA SAYFA
SİTEMİZ 21 MAYIS 2008 SAAT 16:53 DE GÜNCELLENMİŞTİR
SELİM KOSKA&OĞUZ BEYCİ
HAFTANIN YAZISI
Diyet ve cizye
Dış politika alanında en çok istifade ettiğim meslek büyüklerimden Cengiz Çandar, ABD'nin İran'a saldırma ihtimalini ve bunun bize muhtemel yansımalarını analiz ederken, Türkiye'deki iç siyasî dengelerin Amerika'daki farklı siyasî tercihler ve Ortadoğu'daki dinamiklerden nasıletkilenebileceğine dair ipuçları veriyor.
Ve yazısını şu anlamlı soruyla bitiriyor:
"AK Parti'nin ve Tayyip Erdoğan'ın kaderi, Türkiye'nin "gelecek tasavvuru" acaba sadece Anayasa Mahkemesi'nin 11 üyesinin mi elinde; yoksa çok daha geniş çerçevede hareket eden dinamiklerle mi ilgili?" (9 Mayıs 2008, Referans)
Çandar'ın yazısı, aslında bu sorunun cevabını büyük ölçüde veriyor: B şıkkı.
Ama izin verirseniz onun argümanını ben de şu soruyla takviye edeyim:
Eğer 1 Mart 2003 tezkeresi kabul edilseydi, İsrail ve onun Washington'daki güçlü kolları, Türkiye'yi -mesela Orgeneral Çevik Bir'in iç ve dış politikaya balans ayarı yaptığı dönemlerdeki gibi- kendileri açısından emin ellerde hissetseydi ve Ankara ABD-İsrail ekseninin İran'la ihtilafında 'tarafsız' bir görüntü vermeseydi, AK Parti'nin başına 27 Nisan muhtırası ve kapatma davası musibetleri kolay kolay gelir miydi? Gelse bile, Washington'daki yönetim 'tarafsız'(!) kalır mıydı? Sanmam.
Öyle bir durumda, bugün hükümete atılan dayakta Washington'ı 'tarafsız' kalmaya iten yönetim içi grupların ana damarını temsil eden neoconlar, Başbakan Erdoğan'a reddiyeler değil, methiyeler dizerdi. Yönetimin diğer kanatlarında zaten AK Parti hükümetine sempatik bakma temayülü olduğundan, Washington'da konsensüs sağlanarak demokrasi lehinde sağlam bir duruş sergilenebilirdi.
Haddizatında Ankara kendi içinde nasıl bölük pörçükse, Washington da Ortadoğu politikaları konusunda bölünmüş durumda. ABD'nin Türkiye politikasını -onun da Türk iç siyasetine- etkilerini, Ortadoğu politikasındaki farklı ekollerin izdüşümlerini incelemeden anlamak mümkün değil. Bana göre AK Parti hükümetinin ABD ile ilişkilerde başından beri yaptığı en büyük hata, Washington'da yönetimin sadece bir kanadını oluşturan ve daha çok Dışişleri Bakanlığı'nca temsil edilen nispeten makul çizgiyi temel ölçü alması, ABD politikasını genelde o mercekten okuması olmuştur.
1 Mart tezkeresini büyük ölçüde sineye çeken, Türkiye ile ortak stratejik vizyon belgesi imzalayarak bardağın dolu tarafına odaklanmaya çalışan, İran ve Suriye ile angajman politikasına aşırı tepki göstermeyen, hatta bundan pragmatikçe faydalanmayı deneyen, İsrail-Suriye barışı için arabuluculukta AK Parti'yi teşvik eden, Başbakan Erdoğan'ın İsrail'e bazı kızgın çıkışlarına bile fazla aldırmayan, AB sürecinin iç istikrarı zedeleyen Kürt ve din tartışmaları başta olmak üzere her derde deva olabileceğini düşünen, bu kesimdir. Washington'daki diğer cenahın pozisyonu ise yukarıdakinin tersidir.
Son dönemlerde ABD'nin Ortadoğu'da İran'la yürüttüğü nüfuz mücadelesinde Türkiye'den beklentileri ön plana çıkmakta. Bu hadise de Washington'daki ikili yapıdan bağımsız şekilde anlaşılamaz. Washington'daki tüm odaklar, Türkiye'yi yanlarında görmek ister. Ayrıldıkları temel nokta ise Ankara'dan taleplerin boyutu. İran'la savaş yanlısı neocon cephe, muhtemel bir harekatta bazı askerî üsleri kullanmak dahil, Türkiye'nin imkanlarını alabildiğine zorlamak istiyor. İran'ı doğrudan karşısına almış bir Ankara'nın bölgede Amerikan-İsrail eksenine tutkallanacağı değerlendiriliyor. Washington'daki diplomatik çözüm yanlısı cenah ise Ankara'nın İran'ı müzakere masasına oturtabilecek uluslararası girişimlere ve yaptırımlara daha aktif destek vermeye ikna edilmesini şimdilik yeterli buluyor.
Son tahlilde, eğer iş savaş raddesine varırsa ve hele Türkiye'nin askerî yardımı operasyonel açıdan olmazsa olmaz görülürse, Amerikan yönetiminin 1 Mart sürecindeki gibi tüm kanatlarıyla bastıracağından da emin olabilirsiniz. Ama Bush'un masasında bekleyen savaş opsiyonuna işlerlik kazandırmak isteyen odaklar, şimdiden 'Türkiye de gönüllüler koalisyonunda yer alacak' türünden taahhütler almayı arzu ediyor. Irak'a karşı savaşı asıl 'büyük şeytan' gördükleri İran rejimini kuşatma ve yıkma hamlesinin ilk adımı olarak gören bu kesim, evdeki hesabın Ortadoğu çarşısına uymamasının kızgınlığını yaşıyor. Nihai emellerine ulaşmak için her şeyi göze almışlar. Zaten başından beri şüpheli baktıkları, tezkerenin reddinden sonra ise kara listenin silinmez kısmına koydukları AK Parti'yi iktidardan düşürme veya en azından zayıflatma çalışmalarına destek vermek de buna dahil.
Onlar açısından bundan daha ideal bir durum olamaz. Bir yanda kapatılma tehdidine karşı uluslararası camiadan destek arayan, dolayısıyla dış politikada taviz verme potansiyeli arttığı ümit edilen bir iktidar partisi. Diğer yanda, iç siyaseti anti-demokratik yollarla dizayn çalışmalarına yardımcı oldukları için kendilerine minnettar olan Türk devlet sistemi içindeki etkili bir diğer kesim. Birinden cizye, öbüründen diyet istiyorlar. Irak'ta sıvıştınız, İran'da ödeyeceksiniz diyorlar. İşin özü budur.
Osmanlı'nın ve Türkiye'nin son dönem tarihi, Batı'ya ödenmiş cizyeler ve diyetlerle doludur. Mesela 12 Eylül 1980 ihtilalini ABD'nin desteklemesinin diyetlerinden biri, Orgeneral Evren yönetiminin Yunanistan'ın NATO'ya dönüşüne geçit vermesi olmuştur. Biz içte birbirimizi yediğimiz, anlaşmayı, paylaşmayı, geçinmeyi bilemediğimiz sürece, Türkiye'nin 'gelecek tasavvuru' dış dinamiklere göbekten bağımlı olmaya devam eder. Ve ülke olarak daha nice cizyeler ve diyetler öderiz.